Bugün dünyada konuşulan binlerce dilin her biri, sesin farklı bir surette tezahürü, insan zihninin ve ruhunun bir yankısıdır.
Dünya Dillerinin Fonetiği Üzerine Bir Düşünce
Evren, büyük bir sessizliğin içinden doğdu. Önce titreşim vardı; ardından ses geldi. Ses, suya düşen bir damla gibi genişledi, dalgalar halinde yayıldı ve zamanla anlam kazandı. İnsan, varlığını duyurmak için sesi biçimlendirdi, ona bir sistem kurdu ve böylece dil doğdu. Bugün dünyada konuşulan binlerce dilin her biri, sesin farklı bir surette tezahürü, insan zihninin ve ruhunun bir yankısıdır. Fakat dillerin tüm bu çeşitliliğine rağmen, hepsi aynı temel yapı taşlarından, yani fonetikten beslenir. Sesler, insanların boğazında, dilinde, dudaklarında şekil bulur; havada süzülür ve kulaklarda yankılanır. Her harf, her hece, bir toplumun tarihinden, coğrafyasından, inançlarından ve yaşam biçiminden izler taşır. O halde, fonetik sadece dillerin teknik bir unsuru değil, aynı zamanda insanlığın varoluşsal bir kodudur. Dünyanın dört bir yanındaki diller, sesleri üretirken aynı biyolojik aracı kullanır: İnsan sesi. Ancak bu ses, her toplumun kültürel yapısına, coğrafi koşullarına ve tarihsel evrimine göre farklı şekillerde biçimlenir. Örneğin, Türkçede sesler bir armoni içinde dizilir; ünlü uyumu, doğanın bir ritmi gibidir, her harf kendisinden önce gelenle ahenk içinde akar. Japonca, dilin damağa yumuşakça çarpıp geriye çekildiği, bir nehrin taşlara çarparken çıkardığı sesi andırır. Arapça, boğazın derinliklerinden kopan seslerle yankılanırken, İskandinav dilleri kuzeyin sert rüzgârları gibi keskin ve nettir. Çince ve diğer tonlamalı diller, sesin yalnızca bir frekans olmadığını, aynı zamanda bir yükselip alçalan anlam akışı olduğunu gösterir. İngilizce, Latince köklerinden evrilerek bir sesler labirenti oluşturmuş; sert ünsüzler ve yumuşak hecelerle bir denge kurmuştur. Her dilin ses yapısı, onun konuşulduğu toplumun karakterini de yansıtır. Sert ve keskin diller, tarih boyunca zorlu coğrafyalarda gelişmiş; yumuşak ve akıcı diller ise su kenarlarında, bereketli topraklarda şekillenmiştir. Ses, yalnızca anlam taşımaz; aynı zamanda yaşanmışlıkları da içinde barındırır. Fonetik, yalnızca seslerin nasıl üretildiğini inceleyen bir bilim değil, aynı zamanda bir sanattır. Her harfin ağızda aldığı şekil, ses tellerinin çıkardığı titreşimler, hava akımının yönlendirilmesi… Bunların hepsi, bir ressamın tuvale sürdüğü fırça darbeleri gibidir. Dilbilimciler, sesleri kategorilere ayırıp analiz edebiliriz, ama bir şair için ses, yalnızca fonetik bir unsur değil, aynı zamanda duyguların taşıyıcısıdır. Bazı sesler huzur verir, bazıları ürperti yaratır. “L” sesi, genellikle yumuşak ve sıcak algılanırken, “K” sesi sert ve güçlüdür. “M” harfi anne kucağı gibi rahatlatıcıdır, çünkü bebeklerin ilk çıkardığı seslerden biridir. “S” sesi fısıltıyı andırır, gizemi ve dinginliği çağrıştırır. Dünyadaki her dil, farklı fonetik bileşenlerle inşa edilmiştir, ancak hepsi aynı amaca hizmet eder: Anlatmak, ifade etmek, varlığı duyurmak. Düşünelim… Eğer dillerin fonetiği bu kadar farklıysa, neden bazı sesler evrensel olarak aynı duyguları uyandırıyor? Neden “Ah” sesi dünyanın her yerinde acıyı, “HaHa” gülmeyi, “Mmmm” lezzeti çağrıştırıyor? Belki de insanlığın ortak bir fonetik kodu vardır ve bu kod, dillerin ötesinde, bilincimizin derinliklerine işlenmiştir. Fonetik, yalnızca seslerin fiziği değildir. O, bir toplumun müziğidir, ruhunun ritmidir. Ve biz, hangi dili konuşursak konuşalım, sesin temel yasalarına tabiyiz. Çünkü ses, tıpkı ışık ve gölge gibi, varoluşun en saf gerçeğidir.
İnsanlık tarih boyunca savaşlar yaptı, sınırlar çizdi, farklılıklarını büyüttü. Ama sesler? Onlar hep birbirine karıştı. Çünkü fonetik, insanın derinliklerinden gelen en saf gerçektir. Ve en nihayetinde, dünya dillerinin tümü, aynı sonsuz yankıda birleşir: Varlık, sesle başlar ve yine sesle devam eder.
Miray ANKAOĞLU